Uzay ve Küresel Politika

Aristoteles'in dediği gibi tüm insanlar doğal olarak bilmeyi arzular. Bu arzu, elde edilecek yeni bir bilgi de, üzerinde durulacak keşfedilmemiş bir parça toprak da olsa, bilinmeyenin keşfine neden olur. Tarihte malum olduğu üzere, insanoğlunun yerküredeki bilinmeyen yerleri keşfetme isteği yeni bölgelerin bulunmasını sağlar. İnsanda, doğası gereği, bu bölgelerin kaynak, jeopolitik üstünlük veya güç gibi ele geçirenin faydasına olabilecek özelliklerinin miktarıyla doğru orantılı olarak bu bölgeleri sömürme isteği uyanır. Neticede, sömürme arzusu insanlar arasında, ev sahibi ya da yabancı olmalarından bağımsız olarak rekabete, rakiplerle mücadele etme ihtiyacına, egemenlik haklarını elde etmek için çatışmalara ve hatta savaşlara sebebiyet verir. Başlangıçtan beri, keşfettiği her şey üzerinde savaşmayı bir gelenek haline getirmiş olan insanoğlu önce çukurlarda, ovalarda, çöllerde ve tepelerde savaşır. Sonra da göllerde, denizlerde ve okyanuslarda. En son, başlarının üstündeki gökyüzünde bile savaşırlar. Yöntemleri ve silahları zamanla değişse de, güç için olan mücadele hep aynı kalır. Bugün nihayet, insanoğlunun temel arzuları ona ayak basılmamış belki de son bölge olan dış uzaya ulaşmak ve onu keşfetmek için gerekli teknolojiyi verdi. Tarih, bize basit bir arzu ile başlayan bu zincirleme olayların sonunda neredeyse kesin olarak tek bir yere varacağını gösteriyor: savaşa...

Uzay savaşları üzerine iki -bilimkurgu olmayan- kitap 

Bu yazı için temel kaynak olarak uzay teknolojileri ve küresel siyaset üzerine son yıllarda yazılmış iki önemli kitaptan faydalandım. Bunlardan ilki Linda Dawson'ın War in Space: The Science and Technology Behind Our Next Theater of Conflict (New York: Springer International Publishing, 2018) isimli kitabı, diğeri ise Joan Johnson-Freese'nin Space Warfare in the 21st Century: Arming the Heavens (London: Routledge, 2017) isimli kitabı. Her iki kitap da devletler arası ilişkilerde yeni bir çatışma noktası olan dış uzayın küresel siyasetteki yerini ve önemini inceliyor. Bu amaçla birkaç önemli nokta da belirlemişler: uzay teknolojileri ve bu teknolojilerin soğuk savaş dönemindeki gelişimi, anti-balistik füzeler ve kitle imha silahları, uzayın silahlandırılması, uzay programları ve ülkelerin uzay stratejileri, uzayın yönetimi ve uzay kanunları, uzay varlıkları ve onların korunması. Bu yazıda bu kitaplar ve daha fazlası çerçevesinde bu konulara değineceğim.

Uzay Teknolojisi
Uzay savaşlarını kafamızda canlandırmaya çalıştığımızda oluşan ilk imgelerden biri Star Wars veya Star Trek gibi seriler olur. Bunlar çeşit çeşit fütüristik uzay gemilerini, özellikle de birbirini kovalayan ve lazer fırlatan uzay jetlerini, roketleri ve yıldızsız siyah uzay arka planında devasa ve renk renk patlamaları ve hayal gücünün her noktasına temas eden nebulaları, gezegenleri ve yıldızları içerir. Gerçekte ise durum daha farklı görünüyor. İnsanlık tarihinde 'uzay savaşı' olarak adlandırılan ilk savaş tam olarak şu an üzerinde yürüdüğümüz bu yerküre üzerinde gerçekleşti. Dawson da bir çokları gibi, 1991'de ABD tarafından yönetilen koalisyon güçleri ile Irak ordusu arasındaki Körfez Savaşını 'ilk uzay savaşı' olarak tanımlıyor. Bu savaşta ABD bir ilk olarak, yeryüzünden 20.000 km yukarıda yörüngeye yerleştirdiği GPS uydularından savaş alanındaki askeri ve sivil hareketleri takip etmek ve silah sistemlerine ve askerlerine gerçek zamanlı konum bilgileri paylaşmak için faydalandı. Bu yöntemle yaratılan teknoloji açısından asimetrik savaş sayesinde ABD, Irak güçlerini evinden 10.000 km uzaktan, yabancı oldukları çöl ortamında yenmeyi başarmış ve uzay teknolojisini temel alan enformasyonun önemini göstermişti.

1991 Çöl Fırtınası Harekatında bir ABD askeri mobil GPS cihazını kullanıyor, Kaynak: https://www.af.mil/ 
Uzay teknolojisi yeryüzünden uzaya çeşitli objeleri gönderebilme kabiliyetine son derece bağımlı durumdadır. Roket teknolojisi dediğimiz bu kabiliyet ilk defa ikinci dünya savaşının sonlarında Almanlar tarafından icat edilip ABD ve Sovyet Rusya'ya transfer olmuş ve orada zirvesine ulaşıp ete kemiğe bürünür ve karşımıza meşhur Soğuk Savaş döneminde gerçek bir politik aktör olarak çıkar. Bu politik aktör kimliği o günden beridir, küresel platformda uzay teknolojisi üretebilen neredeyse tüm ülkeler arasında halen devam ediyor (ABD-Çin, ABD-Kuzey Kore, ABD-İran vb.). Soğuk Savaşı 1945 yılında ikinci dünya savaşının hemen sonunda iki zıt ideoloji arasında yaşanan geleneksel-olmayan bir çatışma olarak tanımlamak mümkün. Soğuk Savaş silahlar yerine, propaganda, politika ve tehditler üzerinden yürütülüyordu. Bu dönemde hem ABD hem de Sovyet Rusya nükleer silah taşıyabilen kıtalar-arası balistik füze teknolojilerini (ICBM) ve rakibinin kendisinden önce harekete geçmesi durumunda ihtiyacı olacak olan savunma sistemlerini devamlı geliştirdi. İnsanlığın şansına, bu teknolojiler Soğuk Savaş döneminde tarafların ellerini güçlendirmek ve tehdit unsuru olmak dışında kullanılmadıysa da, önce Uzay Yarışı ile iki taraf ülke nezdinde, sonra da günümüze dek bir çok ülke tarafından aynı teknoloji defalarca kez Dünya'nın yörüngesine çeşitli objeleri göndermek için kullanıldı.

GPS uyduları ABD tarafından askeri amaçlarla geliştirilmiş olsa da, 1995'te sivillerin kullanımına açıldığından beri dünya üzerindeki hemen herkes günlük işlerinde direkt veya dolaylı olarak onlara güveniyor, ihtiyaç duyuyor ve hatta bağımlı durumda. Dawson, uydulara olan bu bağımlılığımızı göstermek için yalnızca bir günlüğüne GPS uyduları çalışmasaydı başımıza neler geleceğini gerçekçi bir biçimde anlatıyor. Anlıyoruz ki, bu teknolojiler bize ve gün içerisinde farkında olmadan kullandığımız diğer teknolojilere o kadar içkin bir hal almış durumda ki onun yokluğu durumunda çok kısa bir sürede tüm dünyada panik hakim olurdu. Johnson-Freese ise kitabında uyduların günlük hayattaki işlevlerinden detaylıca bahsediyor. Uydular televizyon sinyallerini, ticareti, gözetlemeyi, navigasyonu, hava durumu ve iklim tahminlerini mümkün kılıyor. Onlar olmasaydı uçaklar kuleyle iletişim kuramaz, gemiler okyanuslarda güvenle seyredemez, ıssız yerlerde telefonlar çekmezdi. Hatta, doğru ve geçerli bir zaman damgası (time stamp) için GPS uydularından gelen veriye güvenen ATM'ler, kredi kartlarımız, bilgisayarlarımız ve internet bu verilerin yokluğunda doğru düzgün bir şekilde çalışamazdı.

Yörüngedeki GPS Uyduları, Kaynak: https://www.noaa.gov 
Dawson uydulara olan bu bireysel (kişiler), kurumsal (şirketler) ve küresel (ülkeler) bağımlılığımızı başarıyla ortaya koyuyor. Özellikle de ABD ordusunun uydulara son derece bağımlı hale geldiğinin altını çiziyor. Ona göre, ABD'nin askeri ve siyasi amaçlarına ulaşmasına yardımcı olması için geliştirdiği ve uluslararası sahnede onlara hakim bir konum sağlayan uzay teknolojisi, bir sebepten ötürü yok olur veya bozulursa, düşman veya rakip ülkeler ABD'nin bu istihbarat ve güvenlik zaafiyetinden anında yararlanmak isteyebilir ve ABD'nin dünyanın dört bir yanındaki kuvvetleri riske girer. Bu durum ABD'nin ülke olarak gücünü sürdürmek için uydulara ne kadar bağımlı hale geldiğinin tipik bir örneği. Bundan kurtuluş için Dawson, ABD ordusunun stratejik olarak uydulara daha az bağımlı hale getirilmesini amaçlayan B-planları geliştirilmesini öneriyor. Aslında her iki yazar da modern devletlerin bir çok avantajı beraberinde getiren uydulara ve daha genel olarak uzay teknolojisine olan bağımlılıklarının, nasıl aynı zamanda zayıf noktaları da olabileceğini güzelce ortaya koyuyor.

ABD, GPS uydularının tek sahibi olarak, stratejik amaçlarına ulaşmak için onları herhangi bir anda tamamen veya kısmen kapatma kararı alabilir veya kullanımını sınırlandırabilir. Üstelik bunu sadece kendisinin bizzat yer aldığı çatışmalarda değil, dünyanın herhangi bir yerinde iki düşman ülke veya grup arasında yer alan çatışmalarda kendi çıkarları doğrultusunda taraflardan birini desteklemek için de yapabilir.  Tam olarak da bu sebeple, GPS uydularına olan bağımlılıklarını azaltmak isteyen tüm modern devletler kendi sistemlerini geliştirmek ya da geliştirmeye başlamak zorunda kaldı. Şu anda, Rusların GLONASS, AB'nin GALILEO ve Çin'in COMPASS isimli uydu sistemleri yörüngeye yerleşmiş durumda. Hindistan ve Japonya da kendi sistemleri üzerinde çalışmalarını sürdürüyor.


Rusya, AB ve Çin'in GPS'e alternatif uydu programları 

Uzayın Yönetilmesi ve Uzay Kanunları
GPS ve diğer modern uydu sistemlerinin gelişmesine sebep olan şey, Dünya'nın yörüngesine yerleştirilen ilk insan yapımı nesne olan Sputnik 1, Sovyetler Birliği tarafından 1957'de fırlatılmıştı. Dünya'nın çevresinde amaçsızca dönmek ve bataryası bitene kadar geçen üç haftalık sürede anlamsız radyo sinyalleri yayınlamak dışında herhangi bir stratejik ya da askeri fonksiyonu olmasa da, Sputnik 1'in fırlatılması Soğuk Savaş ortamındaki küresel siyasette yeni bir sayfanın açılmasına sebep olmuştu. Beklenebileceği üzere, görevi süresince tüm ülkeler üzerinden defalarca kez geçen Sputnik 1 ilk gerçek uzay-tabanlı anlaşmazlık objesi olma yolunda tüm gerekliliklere sahipti. Uzayın yeryüzündeki ulusların hava sahalarının devamları olarak yorumlanması durumunda Sovyetler Birliği'nin yörüngeye yerleştirdiği bu obje uluslararası hukuk kurallarının çiğnenmesi anlamına gelebilir ve Soğuk Savaşın sisli ortamında geri dönülemez ciddi problemlere yol açabilirdi. Sovyet Rusya'nın üzerinde kendi uydularının dolaşmasını menfaatine gören ABD ise bu tarz bir iddiada bulunmadı, ama Sputnik 1'in fırlatılışıyla başlayan olaylar zinciri uzay teknolojilerinin ve objelerinin yasallığının küresel platformda tartışılmaya başlamasına zemin oluşturdu.

Uzay teknolojileri jargonunda yaygın olduğu üzere uzay objeleri için 'oturan ördek' ('sitting duck'-olası bir saldırıya veya tehditlere karşı bir koruması olmayan kişi ya da obje) tabirini kullanan Dawson, uyduların ve uzay istasyonlarının öngörülebilir yörüngelerde ve irtifalarda kendilerini savunabilecek herhangi bir silah sistemi olmadan dolaşmak üzere konumlandırıldığını belirtiyor. Öte yandan, uydular savunmasız bırakılamayacak kadar pahalı, yapması meşakkatli, uzun AR-GE ve tasarım faaliyeti gerektiren cihazlar olmakla beraber onları uzaya gönderecek sistemler de aynı şekilde, para, insan gücü ve AR-GE faaliyeti anlamına geliyor. Yörüngeye değerli uzay objeleri yerleştiren ve küresel platformdaki güçlü pozisyonlarını korumak için onlara yatırım yapan ülkeler bu uzay objelerini olası her türlü zarardan korumak zorunda olduğunun farkında. İlave olarak, uzaya ulaşmak için gerekli teknolojileri geliştirip kendi objelerini uzaya yerleştirmeye başlayan Çin ve Hindistan gibi yeni 'uzay kaşifi' ülkelerin de oyuna katılması bu ortamda yeni rakipler yaratıyor.

Yukarıdaki paragrafta özetlenen bu ve benzeri tüm olası tehdit, risk ve çatışma potansiyeli, Soğuk Savaş döneminde, şanslıyız ki savaşa değil 'uzay kanunlarının' oluşmasına önayak oldu. ABD ve Sovyetler Birliği 1967'de Dış Uzay Anlaşmasını (Outer Space Treaty) diğer yüz kadar ülke ile birlikte imzalayarak uzayın ve içindeki her şeyin keşfi ve kullanılması konusunda sınırları çizip kuralları belirlediler. Dawson'a göre bu anlaşmanın ruhu temelde okyanusların uluslararası ve yasaksız bölgeler olarak tanımlandığı ve aksiyonların sorumluluğunu bu bölgelerde seyreden araçların bağlı bulunduğu ülkelere veren açık deniz kanunlarına dayanıyordu. Böylece, uzay hiç bir ulusun malı olmayacak ve yalnızca barışçıl faaliyetler için kullanılacak olup keşif için her ulusa açık olacaktı.

Dış Uzay Anlaşması imzalanırken, Kaynak: Newport Daily News 11.10.1967 
Dış Uzay Anlaşması, ülkemizde de hızla, 23 Ekim 1967'de 12732 sayılı Resmi Gazete'de Türkçe ve İngilizce olarak yayımlanarak - Ay ve diğer gök cisimleri dahil, uzayın keşif ve kullanılmasında devletlerin faaliyetlerini yöneten ilkeler hakkında Andlaşma ismiyle- devreye girmişti.

23 Ekim 1967 T. C. Resmi Gazete, Kaynak: https://www.resmigazete.gov.tr/ 
Dış Uzay Anlaşması iki önemli noktaya vurgu yapmaktadır. Birincisi, nükleer ya da kitle imha silahlarının uzaya taşınması veya yerleştirilmesini ve dış uzayda askeri her türlü faaliyeti yasaklayarak uzayın silahlandırılmasını engellemektedir. İkincisi, Ay ve diğer gök cisimleri de dahil olmak üzere dış uzayın işgal veya diğer yollarla her türlü ulusal egemenlik iddialarından muaf tutulacağını belirtmektedir. Bu iki madde ışığında, Dawson söz konusu Anlaşmanın özellikle neden Soğuk Savaş ve Uzay Yarışının ortasında imzalandığına dikkat çekiyor. Anlaşmanın oluşturulmasını ve imzalanmasını her iki ülkenin de (ABD ve Sovyet Rusya) dış uzayın kolonileştirilmesi esnasında nasıl bölüştürüleceği konusunda yaşadıkları endişelere bağlıyor. Esas olarak ABD de Sovyet Rusya da dış uzayı kontrolleri altına alabilecek teknolojiye sahip değildi ve olur da karşı taraf bunun bir yolunu bulursa diye onu şimdi-henüz fırsatları varken-hukuken durdurmak istiyordu.

Bu noktada Freese, uzay hukuku alanında yer alan bir diğer ilginç ve önemli problem olan uzay madenciliği örneğini veriyor. Her ne kadar hem yeterli teknolojiye sahip olmamamızdan hem de yüksek maliyetinden ötürü henüz pratik olarak hayata geçmemiş olsalar da, şimdiden Planetary Resources, Deep Space Industries ve Planetoid gibi birkaç uzay madenciliği şirketine sahibiz. Uzay madenciliği ya da daha spesifik anlamda gök taşı madenciliği, uzay hukukunun sınırlarında yer alan ve çok tartışılan bir konu. Bu iş kolu temelde gök taşları üzerine matkap vb. madencilik cihazlarıyla modifiye edilmiş bir uzay mekiğini, Platinyum veya İridyum gibi nadir elementleri çıkarmak ve paraya dönüştürmek üzere Dünya'ya geri getirmek için dış uzaya uzay araçları göndermeyi amaçlıyor. 

Doğal olarak, yeryüzü madenciliğinde de geçerli olduğu üzere, uzay madenciliği iş kolunun yürümesi ve mantıken mümkün olması için bu firmaların, ele geçirdikleri 'uzay ganimetleri' üzerinde yasal olarak hak iddia edebilmeleri gerekmekte. Ancak, Dış Uzay Anlaşması'na göre dış uzay ve içindeki her şey (gök taşları ve gök cisimleri dahil) insanoğlunun ortak mirası olarak tanımlanmış olup, devletlerin her türlü egemenlik hak ve iddialarından muaf durumdadır. Dawson bu problemi basitçe Dış Uzay Anlaşması'nın imzalandığı 60'lı yıllarda kimsenin uzay madenciliğini yakın geleceğin mümkün iş kolları arasında saymadığının bir kanıtı olarak yorumluyor. Uzay madenciliği konusu halen hukuka uygunluğu ve Dış Uzay Anlaşmasındaki yeri anlamında bir tartışma konusu olmayı sürdürüyor. Dawson bu problemin çözümü için, kolonileşmenin yasaklandığı, ancak içerisindeki balığı herkesin avlayabilmesine izin veren açık deniz kanunlarının referans olarak alınmasını ve dış uzaya uyarlanmasını öneriyor.

Uzay madenciliği şirketleri 
Her iki yazarın da üzerinde durduğu, uzay hukukuyla ilgili bir diğer önemli problem ise 'uzaydaki emlak sorunu'. Her ne kadar uzayı sonsuz ve uzay objelerinin yerleştirilmesi için limitsiz yere sahip bir alan olarak görmek cezbedici olsa da gerçekte durum bundan biraz farklı. Yerküremizin üzerindeki dış uzay, en azından arzulanan ve stratejik pozisyonlar göz önüne alındığında son derece limitli bir alana sahip. Yer Durağan Yörüngeye (Geostationary) sahip uydular yerden 35 bin km yukarıda ekvator hattı üzerinde 42 bin km yarıçapa sahip bir yörüngede seyreden uydulardır. Bu uyduları özel yapan durum, bu konumda (ekvator hattı üzerinde) ve irtifada (35 bin km) gök cisimlerinden uydulara uygulanan çekim kuvvetinin, Dünya'dan uydulara uygulanan yer çekimi kuvveti dengelenebilmesi ve netice olarak uyduların Dünya üzerinde hep aynı nokta üzerinde kalabilmesiyle ilgilidir. Böylece bu uydular sahiplerine çok önemli stratejik güç kazandırmaktadır. Daha alçak irtifa uydularına kıyasla bu yüksekliğe çıkabilmek daha maliyetli olsa da, bunu başarabilen ülkeler arasında bu stratejik ve sınırlı sayıdaki yer için ciddi bir rekabet söz konusudur. Şu ana kadar işleyen yöntem, önce gelenin yeri kapması şeklindedir. Zaman zaman ülkelerin bazı konumlar üzerinde hak iddia etmeleri ve diğer ülkelerin gidip bunları 'işgal etmesi' anlaşmazlıklara neden olabilmektedir. Günümüzde bu problemin çözümü için 'kağıt uydular' kullanılmaktadır. Uydular önce kağıt üzerinde oluşturulup uluslararası otorite görevini ifa eden organizasyon tarafından konumları tescil edilmekte ve yedi yıl süreyle bu konumlar müracaat eden ülkeye verilmektedir.

Uzay Varlıklarının Korunması ve Uzayın Silahlandırılması
Dış Uzay Anlaşmasının imzalanmasının üzerinden 50 yıl geçti ve o dönem yalnızca iki adet olan uzay teknolojisine sahip ülke sayısı günümüzde 14'e ulaştı. Tam 14 ülke uzay varlıkları üretip onları dış uzaya ulaştırabiliyor. Dawson, kitabını yazdığı 2017 sonunda, bunlar içerisinde ABD'nin 579, Çin'in 192, AB'nin 218 ve Rusya'nın 134 uydusu yörüngeye yerleşmiş durumda olduğunu belirtiyor. Bu sayılar şu an ise, sadece 2.5 yıl gibi kısa bir süre sonrasında, yaptığım basit internet aramasına göre hızla yükselmiş durumda: 31 mart 2020 itibarıyla yörüngedeki toplam 2669 uydudan 1327'si ABD'nin, 363'ü Çin'in, 169'u Rusya'nın (kaynak: https://www.ucsusa.org/resources/satellite-database). Bu, hem uzay teknolojisini geliştiren ülkelerin sayısının artması, hem de teknolojisi o seviyede olmasa da uzay varlıklarına sahip ülkelerin sayısının artmasıyla ilintili bir durum. Aşağıdaki resimler 50 yıl öncesiyle günümüzü bu gözle karşılaştırması açısından oldukça önemli. Artık bir uzay varlığına sahip olmayan bir ülke neredeyse yok gibi. Kendi teknolojisini üreten ve geliştiren ülke sayısı ise hala az olmasına rağmen hızla artıyor. Bu da doğal olarak aynı alanda rekabet eden ülke sayısını artırdığı için beraberinde bazı problemler getirecektir.

1966 Senesi, Kaynak: https://www.ucsusa.org/resources/satellite-database 
2016 Senesi, Kaynak: https://www.ucsusa.org/resources/satellite-database 
Uydular gözlem, istihbarat, iletişim ve navigasyon başta olmak üzere bir çok fonksiyona sahip cihazlar. Uydu üretimi ve fırlatmasıyla sınırlı kalmamak kaydıyla, günümüzde bir çok ticari marka da kamu organizasyonlarının yanında serbest girişimler olarak uzay mecrasında kendilerini göstermeye başladılar. Ciddi teknolojik yetkinliğe sahip bazı özel şirketler devletlere özel fırlatma sistemleri sunarak dış uzaya ulaşmalarına yardımcı olmakta, bazıları da uzay turizmi ve uzay madenciliği hizmetleri sunmakta. Uzay artık ulusların ve bireylerin her geçen gün daha fazla yatırım yaptığı bir alan olarak karşımızda. Bu durum da değerli uzay varlıklarının fonksiyonlarını devam ettirmeleri için herhangi bir nedenle oluşabilecek olası her türlü zarardan korunması zorunluluğunu doğuruyor. Freese'e göre bunu herkes için sağlamanın tek yolu uzayda 'denge' oluşturmaktan geçiyor.

Freese bu noktada konuya biraz daha ABD perspektifinden yaklaşarak Birleşik Devletler Ulusal Güvenlik Uzay Stratejisinin hedeflerini uzayda 'emniyet, denge ve güvenliğin' (3S: safety, stability, security) sağlanması olarak sıralıyor. ABD'nin bu hedeflere ulaşmak için seçtiği yol ise 'caydırmak, savunmak ve yenmek'ten' (3D: deter, defend, defeat) geçiyor. Dolayısıyla uzayda dengenin ilk ve en önemli adımı caydırıcılık olarak tanımlanmış durumda. Genel anlamda caydırıcılıktan ilk olarak anladığımız şey 'ceza ile caydırmak', yani herhangi bir olumsuz/düşmancıl aksiyon girişiminde bulunanın cezalandırılacağını bilmesi ve bundan korkması durumu. Ancak burada Freese önemli bir tespit yapıyor ve klasik caydırıcılıktan ziyade çok-katmanlı bir caydırıcılık stratejisi belirlenmesi gerektiğini, aksi taktirde uzayın 'kaza, yanlış anlama ve yanlış hesaplama'ya' (3M: mishap, misperception, miscalculation) gebe olduğunu ve bunun da uzayda dengesizlik yaratacağını belirtiyor. Caydırıcılık, tehdit edebilme yetkinliğinin yanında güvence kaynağı olma özelliğini de içeren bir unsur, özellikle güven sağlayamadığınız yerde caydırıcılık da çok etkili olmayacaktır. Ancak, uzay teknolojisinin doğasına içkin olarak içinde bulundurduğu çift-taraflı (dostane/düşmancıl) kullanılabilecek yapısı, silah olarak uzay teknolojisinin geliştirilmesinin önünde bir caydırıcılık olmasını neredeyse imkansız kılıyor. Dolayısıyla, tek katmanlı ceza ile caydırmak yerine çok katmanlı bir caydırıcılığın uzaydaki denge için gerekli olduğunu görüyoruz.

Uluslar bir süredir yeryüzünden fırlatılarak yörüngelerinde seyreden uyduları vurabilecek anti-uydu sistemleri (ASAT) geliştiriyor, buna da yüksek miktarda yatırım yapıyorlar. Çin 2007 senesinde anti-uydu sistemi ile kendi ömrünü tamamlamış uydusunu 865 km irtifada başarıyla vurmayı başardığında büyük yankı uyandırmış ve oldukça fazla tepki almıştı. Bu isabet ile uzayda, uydu trafiğinin yüksek olduğu bir irtifada binlerce şarapnel ve metal parçasından 'uzay çöpü' oluşmasına sebebiyet veren Çin uzayı düşüncesizce, bu parçalar irtifa kaybedip dünyanın atmosferinde yanana kadar, onlarca yıl kadar bir süreyle kirletmişti. Çin'in bu hareketi aslında o kadar da düşüncesizce değildi. Uluslararası platformda anti-uydu sistemi geliştirebildiğini ve başarıyla uydu vurabildiğini göstermenin daha iyi bir yolu olamazdı. Tabi ardında bıraktığı çöp ve Dış Uzay Anlaşmasına aykırı olarak uzaya silah yollaması agresif bir hareket olarak değerlendirilip politik bir gerginliğe sebebiyet verecekti, ama bu Çin'in herkese yapabileceklerini göstermesi ve uzay teknolojisindeki yetkinliğini kanıtlaması için önemli ve stratejik bir adımdı. Çin tepki görse de, 2008 senesinde 247 km irtifadaki kendi casus uydusunu Büyük Okyanus üzerindeki savaş gemisine yerleştirilmiş ASAT ile vuran ABD'yi kınamaktan da geri durmamıştı.

ABD'nin 1985'te kendi uydusunu vurduğu ASAT testi (Kaynak: https://en.wikipedia.org/wiki/ASM-135_ASAT
Uzay varlıklarının çift-yönlü kullanılabilir doğaları yapılarının ve ifade ettikleri şeyin önemli bir parçasını oluşturuyor. Bu terimden aynı uydunun hem askeri hem de barışçıl amaçlarla kullanılabileceğini anlıyoruz. Sivil bir uyduya komuta merkezinden gönderilecek bir sinyal ile üstüne önceden gizlenmiş patlayıcılar ve roketlerle ya da direkt çarpışma ile diğer uydulara zarar vermesi sağlanabilir ve saldırı öncesinde bu uydunun niyetinin tam anlaşılması mümkün olmayabilir. ABD yetkilileri daha önce birkaç kez uzayda çift-yönlü kullanılabilir ya da silahlandırılmış uydularının olmadığını belirttiyse de, Freese kitabında bunun daha ziyade neyin uzay silahı olarak tanımlanıp tanımlanmadığına yönelik bir ayrımdan ibaret bir tartışma olduğunu belirtiyor. 'Uzay silahı' tanımı ülkeden ülkeye değişkenlik göstermekte. Örneğin, ABD uzay silahını 'yeryüzünde konuşlandırılan ve özellikle dünya yörüngesindeki uzay varlıklarına saldırmak, bozmak ya da yok etmek amacıyla tasarlanan ve test edilen cihazlar' olarak tanımlarken Rusya ve Çin ise 'uzayda konuşlandırılan ve özellikle uzayda yer alan varlıkları yok etmek, zarar vermek ya da normal fonksiyonlarını bozmak amacıyla üretilmiş ya da dönüştürülmüş cihazlar' olarak tanımlıyor. Böylece Rusya ve Çin'in yerkürede konuşlandırılan sistemleri (örneğin Çin'in 2007'deki ASAT testiyle uydusunu vurması) silah olarak değerlendirmediğini, ABD'nin tanımında ise 'özellikle tasarlanan ve test edilen' ibaresiyle ise yalnızca spesifik teknolojileri bu kapsama aldığını görüyoruz.

Freese'nin bu noktada, uyduların çift yönlü doğasından hareketle öncelikli (preemptive) ve önleyici (preventive) saldırı konseptlerine değinmesi ulusların kendi uzay varlıklarını korumak için sunduğu ana tehdit/caydırıcılık unsurlarından ikisini işaret ediyor. Öncelikli saldırı uluslararası hukukta aniden gelişen, yadsınamaz ve başka seçenek bırakmayan bir olayı tanımlarken, önleyici saldırı ise daha çok bir yetişkin olup saldırı tehdidi oluşturmadan önce bir bebeği beşinde boğmaya benzer bir aksiyonu tarif ediyor. Burada Freese şu önemli tespiti yapıyor:

"Uzay teknolojisinin belirsiz, çift-yönlü doğası ve yerden yüzlerce belki de binlerce kilometre yüksekte, uzayda gerçekleşen olaylarla ilgili sorumlulukların belirlenmesi konusunda mesafenin yarattığı problemler neticesinde karşı karşıya kalınacak bir karar verme durumunda, karşı tarafın aksiyonlarını belirlemede, tahmin etmede ve onlara tepki vermede yaşanabilecek potansiyel hata ihtimali oldukça fazla. Yani, öncelikli saldırılar ile defansif anlamda ofansif olmak tavsiye edilse de bu aksiyonlar her zaman 'kaza, yanlış anlama ve yanlış hesaplama'ya' son derece açık olacaktır".

Diğer bir deyişle, uzayda ve uzay konusundaki ihtilaflarda işler son derece hızlı bir şekilde yanlış yönde seyredebilir ve bunun neticesi yatırımlar ve maliyetler bu kadar yüksekken her anlamda ağır olabilir. Aynı konuya değinen Dawson, 'Kessler Sendromuna' gönderme yaparak bir diğer önemli olguyu vurguluyor. Bu 'sendrom' aslında bir NASA bilim adamı tarafından önerilen bir teoriden ibaret. Bu teoriye göre uzayda, yörüngesinde seyreden bir uydunun vurulması durumunda (ASAT ile ya da başka bir uydunun kamikazesi ile) olabilecekler değerlendirildiğinde görülmektedir ki, ortaya çıkacak olan patlama ile uzaya saçılacak olan binlerce parça hızla ilerleyecek ve diğer bir uydu ya da uzay varlığı ile çarpışana kadar yörüngede defalarca kez dönecektir. Böylece yeni bir uyduya çarptığında onun da patlamasına yol açacak ve bu çarpma-patlama-parçalanma zinciri potansiyel olarak uzayda hiç bir fonksiyonel varlık kalmayana kadar devam edecektir.

2020'de yörüngede olan uydular ve Kessler Sendromu. Kaynak: ESA 
Her iki yazar da uzay teknolojilerinin ve uzay temalı ihtilafların affedici olmayan ve geri dönülemez doğasını vurgularken iyi bir iş başarıyor. Yalnızca bu açılardan bakıldığında dahi uzay teknolojisine haiz ülkelerin en azından biraz rahatlayabilmek için küresel anlaşmalara ve politikaya ne kadar ihtiyacı olduğu ve bunun hem dünyanın hem de uzayın dengesinin devamı için ne kadar önemli olduğunu anlayabiliyoruz. Dış Uzay Anlaşması işte bu noktada, yukarıda da belirtildiği gibi, uzayın yalnızca barışçıl amaçlarla kullanılması konusunda tüm ülkelerin en önemli hukuki dayanağı durumunda. Bu Anlaşma, insanoğlunun iyiliği ve geleceği için uzayın araştırılmasını ve keşfini meşru kılmakla kalmıyor aynı zaman da destekliyor da. Ayrıca, uzayın her türlü silahlandırılmasını yasaklayarak (özellikle kitle imha ve nükleer silahlar) ve askeri üs ve faaliyetleri engelleyerek tüm uzay varlıklarının ve ülkelerin kaybedilemeyecek kadar değerli yatırımlarını koruyor.

Uzay ve Savaş
'Uzay savaşının' yalnızca uzayda gerçekleşen bir savaşı kastetmek zorunda olmadığını biliyoruz. Uzay ihtilafı nedeniyle ortaya çıkan, uzay teknolojilerinin kullanıldığı veya fırtınalı uzay politikaları nedeniyle oluşan savaşlar da bu sınıflama altında yer alıyor. Freese uzay savaşlarının ortaya çıkmasında önemli faktörlerden birini tanımlarken Tukidides Tuzağı benzetmesini kullanıyor. Antik Yunan'ın ünlü tarihçisi Tukidides, Atina ve Sparta arasında geçen ve yıllar süren büyük Peloponez Savaşını analiz ederken bu savaşın ana sebebini Atina'nın fazla güçlenmesi olarak tanımlamıştı. Böylece kendisini tehdit altında hisseden Sparta Atina'nın kapısına dayanmış ve savaş başlatmıştı. Küresel siyasette 'güvenlik ikilemi' olarak bilinen bu durum, özetle güçler dengesinin oluşmadığı durumda kendini güvende hissetmeyen ülke tarafından savaşların tetiklenebileceğini ortaya koyuyor. Freese, bu konuyu uzay çatışmaları perspektifinden incelediğinde dört önemli bakış açısı tespit ediyor.

Birinci görüş, ABD'nin uzaya ve uydulara olan bağımlılığının uzay hakimiyetini zorunlu kıldığını, uzayın stratejik anlamda en üst nokta ve en iyi pozisyon olup her türlü çatışmada en büyük avantajı sağlayacağını savunup, mümkün olan her türlü yöntemle ABD'nin uzaydaki üstünlüğünü devam ettirmeye mecbur olduğunu savunuyor. İkinci bakış açısı ise, tarihin tekerrür etme özelliğine güvenip gerçekçi davranarak, uzayın silahlandırılmasının her halükarda engellenemeyeceğini, insanların doğal olarak her türlü ortamda çatışmaya meyilli olduğunu belirterek uzay silahlarının geliştirilmesini ve bunlara yatırım yapılmasını öneriyor. Üçüncü yorum, her türlü dengesizlik yaratma potansiyeline sahip aksyiondan, tehdit ve provokasyonlardan uzak olarak, uzayın silahsızlaştırılmasının ve askeri amaçlar için hiç bir zaman kullanılmamasının önemine dikkat çekiyor. Dördüncü görüş ise, uzayın Antartika gibi yalnızca bilimsel amaçlarla kullanılıp her türlü askeri faaliyetin yasaklanması gerektiğini savunan bakış açısını sunuyor.

Dawson, bu noktada, ABD'nin uluslararası platformda uzay ve uzay teknolojileri konusunda durduğu yeri ve stratejisini, ABD Hava Kuvvetleri Generali John Hyten'in Rusya ve Çin hakkındaki şu sözlerini paylaşarak özetliyor:

"Düşmanlarımız ilk Körfez Savaşından beri bizi izliyorlar...Özellikle Çinliler ve Ruslar son yirmi yıldır neler yaptığımızı ve geliştirdiğimizi izliyor ve bunu da gizlemiyorlar. Silah testleri yapıyorlar, dünyadan kontrol edilen uzay silahları üretiyorlar--frekans bozucular, lazer silahları, ve bunu gizlemediler."

Generalin bu sözlerine baktığımızda uzayın tamamen barışçıl amaçlarla kullanılamayacağını hemen anlayabiliriz. Bu fırsat çoktan kaçtı gibi gözüküyor. Belki ABD uzay varlıkları için uzayın barışçıl olduğu bir dönem geçmişte var olmuştu-henüz diğer ülkelerin bu silahları geliştirmeye teknolojilerinin yetmediği zamanlar. Ama bugün, artık bu mümkün değil ve daha kötüsü, her an uzay bir savaş alanına dönebilir. Her iki yazar da ABD'nin artık uzay teknolojilerine haiz ve kendi silahlarını üretebilen, gerçek anlamda tehdit oluşturabilecek rakiplere sahip olduğunun altını çiziyor. Dolayısıyla uzay siyasetinde şu anki yaklaşım, yukarıda açıkladığım ilk bakış açısını temel alan, 'uzayı kim kontrol ederse Dünya'yı da o kontrol eder' temelli, uzayın askeri açıdan en stratejik ve en avantajlı nokta olarak tanımlandığı yaklaşım gibi görünüyor. Freese burada, ABD'nin ikinci bir Pearl Harbor ya da yeni deyimle 'Uzay Pearl Harbor'u' yaşamaması için elini çabuk tutması gerektiğini belirtiyor ('Space Pearl Harbor' literatürde araştırılan ve üzerine makaleler yazılan bir konu, alttaki resimdeki makaleyi Elsevier'de bulabilirsiniz). Ona göre ABD diğer bir ülkenin bir uzay silahı üreterek ABD'yi gafil avlamasına izin vermemeli. Dolayısıyla yeni bir uzay programı kurulmasını tavsiye ediyor. 

Rus 'Uzay Pearl Harboruna' Hazırlanmak isimli makale

Diğer bir taraftan ise, Freese büyük resmi görerek ve tarihe referansta bulunarak, ABD'nin diğer ülkelere ne yapacaklarını söyleyemeyeceğini belirtiyor. Freese, uzay silahlarının ülkeler arasında provokasyona sebebiyet vererek vurulma riski altında kendini güvensiz hisseden bir ülkenin rakibinden önce harekete geçerek saldırıya geçebileceğini yani 'vur ya da vurul' anlayışının egemen olabileceğini ve bunun sonuçlarının da ağır olacağını belirtiyor (Tukidides Tuzağını hatırlayın). Bu durumda işler son derece hızlı kızışacak ve baskı altında, belki de sonradan pişman olunacak ama bunun bir anlamının olmadığı kararlar verilecektir. Yine de, ABD'nin uzayda en çok varlığa sahip olan ülke olarak uzay teknolojilerine ve uydulara en çok bağımlı ülke olduğunu unutmayarak onları koruması gerektiği aşikar görünüyor. Evet, uzayda kolay karar vermek pek de mümkün gözükmüyor.

Yakın geçmişte Kuzey Kore ve İran gibi ülkelerin kıtalar arası balistik füze ve uydu fırlatma denemeleri gibi uzay teknolojileri ürettiklerini, geliştirdiklerini ve test ettiklerini gördük. Bu denemeler ve geliştirmeler batılı ülkeleri alarma geçirdi. Bu ülkelere ek olarak ABD'li General Hyten'in belirttiği gibi Rusya ve Çin çoktandır kendi silahlarını ve uzay teknolojilerini test ediyor, geliştiriyor ve üretiyor. Bunlar neticesinde uzaydaki güçler dengesinin bozulduğunu görebiliyoruz. Burada ABD'nin özellikle Kuzey Kore ve İran gibi ülkelere karşı 'dediğimizi yap, yaptığımızı yapma' yaklaşımı sergilediğini görüyoruz. Ancak, Freese'e göre bu yaklaşımdan bir sonuç beklemek pek mümkün değil, uzun vadede ülkelerin uzaya olan yatırımlarını engellemek mümkün gözükmüyor.

Son olarak, Freese'in ABD'nin Ulusal Güvenlik Uzay Stratejisine atıf yaparak uzayı 'sıkışık, çekişmeli ve rekabetçi' (3C, congested contested competetive) olarak analiz etmesi üzerinde durmayı önemli görüyorum. Uzay, basitçe, uzay çöpünden uydulara ve diğer uzay varlıklarına kadar uzay teknolojisine haiz ülkeler ve özel şirketler tarafından oraya yerleştirilen bir çok obje ile dolu, yani sıkışık durumda. Uzay varlıklarının ve objelerinin sayısı arttıkça, bunların birbirine çarpma riski gündeme gelmekte, bu da potansiyel çatışmaların kapısını aralamakta. Üstelik yukarıda da belirttiğim üzere uzayda yerin (en azından stratejik pozisyonlarda) sınırlı olması gerçeği de bu potansiyeli artıran etmenlerden birisi. Bunlara ek olarak, uzayın uzay çağına yeni yeni ulaşan taze aktörler için bir rekabet alanı oluşturduğu da aşikar. Uzayın endüstriyel bir sektör olarak gündelik hayata girmesiyle ve keşif ve geliştirme ihtiyacıyla beraber uzay, doğal olarak rekabetin hat safhada yaşandığı bir mecra olmaya aday ve bu yönde de ilerliyor. Diğer taraftan ise, ülkeler arasındaki bu 'rekabet' doğal olarak uzay silahları ve stratejileri geliştiren ülkeler arasında 'çekişmelere' yol açıyor ve ülkeler askeri ve felsefi doktrinlerine artık bu stratejileri de eklemeye başlıyor. Küresel yapıda yer alan her ülke evrensel bir hak olarak uzaya erişmek istiyor. Ancak, bugün, askerin 'koruyucu' konumda olmasıyla beraber ülkeler daha da 'ulusalcı' olmaya doğru gidiyor. Sonuç olarak, ABD ve diğer ülkelerin uzay doktrinleri daha da agresif bir tona bürünmeye başlıyor. Bunun örneğini daha önce bahsettiğim, ABD'nin 'caydırmak, savunmak ve yenmek' (3D: deter, defend, defeat) üzerine kurulu yaklaşımındaki tonlamada fark etmek mümkün.

Freese, Dawson'dan farklı olarak devlet yetkililerinin kullandığı dile önem veriyor ve bu konuya eleştirel yaklaşarak agresif retoriğin ABD'yi rakiplerinden koruyamayacağını, aksine onları provoke ederek ilk saldırı avantajını kullandırtmaya kadar gideceğini belirtiyor. Ona göre, ABD'nin agresif tonlamasını düşürmesi ve uzay diplomasisinde kontrol veya hükmetme gibi kelimelerden çok uzayda 'dengeyi' savunan açıklamalar yapması gerekiyor.

Uzayda İşbirliği ve Gelecek
Her iki yazarın da değinmediği bir noktayı belirterek yazımı noktalandırmak istiyorum. Uzayda denge tabi ki önemli, buna ulaşma yöntemi ise temelde klasik regülatif veya ceza temelli tek ya da çok katmanlı caydırıcı yöntemlerden geçse bile esas çözüme ve uzun vadeli dengeye ancak 'işbirliği ve yardımlaşma' ve hatta daha ileri giderek 'zorunlu işbirliği ve yardımlaşma' ile ulaşılabileceğini düşünüyorum. Uzay bir açıdan bakıldığında tüm yazıda üzerinden geçtiğim gibi devasa bir çatışma, çekişme ve rekabet kaynağı olma potansiyeline sahipken, diğer bir açıdan bakıldığında ise devasa bir işbirliği, dostluk ve dayanışma kaynağı da olabilir. Bu konuda literatürde henüz yeterli çalışma olmasa da araştırmanın önemli olduğu belli olan konulardan birisi bu. Özellikle hiç bir zaman tek bir ülkenin bütçesinin ve teknolojisinin uzayda hakimiyete yetmediği durumlar ve çözüm için işbirliğinin gerektiği problemleri bu denge için önemli görüyorum.

Dış Uzay Anlaşması (1967) ve uzay teknolojilerini ve varlıklarını üretmede ve uzayın keşfinde yaşanan doğal ve içkin zorluklar, yüksek maliyetler ve yatırım ihtiyaçları ışığında görüyoruz ki aktörlerin amaçlarına ulaşmak için işbirliği içerisinde olmaları son derece önemli ve doğal. Hiç bir ülke tek başına bütçe, teknoloji ve zaman olarak tüm uzayı keşfedebilecek ve ele geçirecek yetkinlikte değil ve yakın gelecekte de bu mümkün gözükmüyor. Bunun en güzel örneklerinden birini ABD'nin kendi 'space shuttle' programını 2011'de sonlandırma kararı almak zorunda kalmasından anlayabiliriz. Bu şekilde Uluslararası Uzay İstasyonuna (ki bilindiği üzere uluslararası dayanışma ve işbirliğinin en harika örneklerinden birisi olup değişik milletlerden astronotları ağırlamaktadır) kendi imkanlarıyla astronot göndermek gibi bir olasılığı kalmayan ABD, Rusya ile anlaşma yapmak zorunda kalmıştır.

Soyuz (Kaynak: space.com, RSC Energia)
Eski iki düşman ve rakip ülke, soğuk savaşın uzay teknolojilerini geliştirerek birbirlerini devamlı diken üstünde tutan ve dünyayı uzun süre depresyona sokarak nükleer facianın eşiğine getirip orada uzun yıllar yaşatan iki ülke, 2011'den beri birbirleriyle daha da yakın işbirliği içerisinde. ABD astronotları yıllardır Rus mekikleri ile uzaya taşınıyor. Bu değişim, ABD'nin uzay liderliğinin ve hegomanyasının sonunun geldiği gibi yorumlanabilse de buna katılmıyorum ve bunu denge için gerekli görüyorum.

Bu noktada belirtilmesi gereken bir diğer önemli husus da artık yavaş yavaş ülkelerin geri planda kalıp yerlerini inovatif şirketlere bırakmasıdır. Devletler tarafından ancak yüksek maliyetlerle ve dev yatırımlarla hayata geçirilebilen uzay teknolojileri, özel sektörün yardıma koşmasıyla yeni bir seviyeye ulaşmıştır. Yatırımları ve maliyetleri düşürme ihtiyacı neticesinde SpaceX, Blue Origin, Virgin Galactic ve The Rocket Lab gibi şirketler devreye girmiş ve gerek çok kullanımlı roketler gerekse düşük maliyetli teknolojiler geliştirerek yaraya merhem olmuşlardır. Örneğin SpaceX, yaklaşık bir ay kadar önce ABD astronotlarını Uluslararası Uzay İstasyonuna götürerek bunu başaran ilk ticari kuruluş olmuştur (ABD de böylece Rusya'ya koltuk başına ödeyeceği 90 milyon dolardan tasarruf edecek gibi görünüyor).

NASA'nın SpaceX ile uzaya astronot gönderilmesi üzerine attığı tweet

Bu (özel şirketlerin 'uzayda' yer alması), devletlerin vergi mükelleflerinin paralarını kullanmak suretiyle yönettikleri bütçe süreçlerinden çok daha karlı ve verimlidir çünkü şirketler kar amacıyla kurulup vergi mükelleflerine hesap verme gibi bir dertleri bulunmamaktadır. Bu şirketler, regülatif tedbirlerle engellenmedikçe, kar ettikleri sürece artık bu platformda yer almaya devam edecektir. Böylece uzayın yalnızca hükümetler ya da devletler değil daha sivil ve giderek artan oranda sivil bir ortam olmaya doğru gittiğini görüyoruz. Öyle ki artık siz de uzaya düşük maliyetlerle bu şirketler aracılığıyla küçük bir uydu gönderebilirsiniz: https://www.rocketlabusa.com/book-my-launch/

Space Force, Netflix Dizisi

Ayrıca artık uzay ve uzay teknolojileri o kadar gündelik konular haline geldi ki, ABD'de yeni askeri kuvvet olarak "uzay kuvvetleri komutanlığı" kurulmasını (bu arada ABD 2019 senesinde uzay kuvvetlerini gerçekten kurdu) anlatan Space Force isimli komedi dizisi geçtiğimiz aylarda Netflix'te yayına girdi bile. Bu bile başlı başına uzayın ve uzay teknolojilerinin ne kadar olağanlaştığını ve hayatımızda daha da derinden nasıl var olmaya devam edeceğini gösteren bir detay olarak önemli bir gösterge.

Son
Tüm insanlık adına, barış içinde, Kaynak: Wikimedia Commons, NASA

Uzayın dili, en azından yüzeyinde barış ve işbirliğini içeriyor. Neil Armstrong Sputnik 1'den 12 yıl sonra Ay'da yürüyerek uzay yarışını ABD adına kazandığında iki yıl önce imzalanan Dış Uzay Anlaşmasının 5. maddesi gereği 'insanlığın bir elçisi' olarak oradaydı ve 'benim için küçük ama insanlık için büyük bir adım' derken bunu kastediyordu. Dünya'dan getirdiği ve Ay'ın yüzeyine bıraktığı plakada 'tüm insanlık adına barış içinde geldim' yazıyordu, tüm insanlık adına. Geçmişin temellerinden gelen bu ışıkla günümüz küresel aktörlerine de çalkantılı ve çekişmeli bir ortam da olsa uzayda denge adına işbirliğini yüceltici ve dostane eylemler peşinde koşmanın sorumluluğu düşüyor.

Dış Uzay Anlaşması Madde 5



Yorumlar